Röportaj, Beslenme • 10 Aralık 2020
Yazar: Adana'da Çocuk Olmak
YEDİĞİMİZ GIDALAR NE KADAR SAĞLIKLI?
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Cemal İncedere bizlere hastalıkların çoğunun genetiğimizle değil yaşam şeklimiz ve yediğimiz gıdalarla ilgili olduğunu anlattı. Fonksiyonel Tıp uygulayıcısı ve Permakültür gönüllüsü Cemal İncedere’den Adanalı ebeveynler olarak öğreneceğimiz çok şey var. Her yazımızda farklı bir konuya değineceğiz.
Kendinizden bahseder misiniz? Siz Fonksiyonel Tıp ile ne zaman tanıştınız?
Adana doğumluyum. Evliyim, biri kız diğeri erkek 2 çocuk babasıyım. 1995 yılında İstanbul Tıp fakültesini bitirdikten sonra Bakırköy SSK Eğitim ve Araştırma Hastanesinde çocuk uzmanlığımı tamamladıktan sonra 2000 yılında Adana'ya döndüm. O tarihten bu yana Adana'da çocuk hekimliği yapıyorum.
Aldığımız tıbbi eğitimin tersine bir şekilde son 15 yıldır bazı ilaçları neden reçete ettiğim ile ilgili olarak kendimi sorgulamaya başlamıştım. Hatta enfeksiyon hastalıkları dışında ana akım tıbbın neden şifayı hedeflemediği, sadece hastalıkları idare etmekle yetindiği de kendime sorduğum sorular arasındaydı. Bu da çok değerli bir şey yanlış anlaşılmasın. Hastanın ızdırabını dindirmek de çok kutsal, çok kıymetli ama ben daha çok hastanın ızdırabının sebeplerini merak ediyordum.
Sınıf arkadaşım Prof Dr Zeynep Tartan beni fonksiyonel tıp ile tanıştıran kişi oldu. 2 yıl eğitim aldım. Tıp fakültesi sıralarına dönüp biyokimya, immünoloji, histoloji, fizyopatoloji okumaya başladım. Ve hastalıkların çoğunun genetiğimizle değil yaşam şeklimizle, yani uygarlığımız ile ilgili olduğunu gördüm. Aydınlanma bir kez yaşayınca artık doğayı da farklı görüyorsunuz. Permakültür ile tanışmam da o sıralarda başladı. Hayalim şehre yakın, 10 dönüm bir çiftlik üzerinde kent gıda ormanı kurmak, sağlıklı ürünler üretmek, ve insanlara sağlıklı yaşamayı öğretmek.
Beslenmenin tarihinden biraz bahseder misiniz?
Avcı toplayıcı ilk insanlar, mağarasından çıktığında yeşillik, kökler, yumrular, yemişler, yumurta, yapraklar, meyveler, sebzeler, uçamayan kuşlar, balık, bol miktarda deniz ve kara yumuşakçası (midyeler, kerevitler vb.), avlayabildiğinde veya bulabildiğinde et yerlermiş. M.Ö. 10-15 binli yıllarda, son buzul çağından çıkışla birlikte,kuzey kutup buzulları Karadeniz’in güneyine inmemeye başlamış ve ısınmayla birlikte içte karasal iklim, tundra hakim olmaya başlamış. Tohum bırakan, sert kabuklu ve ertesi yıl tekrar yeşerecek olan tahıllar ve baklagiller yetişmeye başlamış. İnsanlar bu çağdan sonra tarımı ve hayvancılığı keşfetmiş. Böylelikle “Süt” ve “Tahıl” kültürü hayatımıza girmiş. Bu iki ürün beslenmemizin temelini oluşturmaya başlamış.
Süt içmek ve çocuklara süt içirme konusu günümüzde tartışmalı bir konu, değil mi?
Süt içerdiği besin öğeleri, büyüme faktörleri, bağışıklık sağlayıcı maddeler ile memelilerin yavrularını hızla yetişkinliğe ulaşmalarını sağlayan bir kokteyldir. Her canlının sütü kendi yavrusuna özeldir ve o yavrunun ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. İnsan türü dışında, yetişkinlikte süt içen ya da başka bir türün sütünü içen bir canlı yok. Süt dünyadaki çoğu insan tarafından sindirilemeyen bir besin. İçindeki laktozun sindirimi için laktaz enzimi gerekiyor. Anne sütü alırken ihtiyacımız olan bu enzimi, 2-5 yaş arasından sonra ihtiyacımız kalmadığından üretmemeye başlıyoruz.Yani 10 bin yıldan bu yana sütü sindirmeye tam adapte olamamışız. İnsanlarda süt içildikten sonra ishal, sancı, şişkinlik gibi şikayetlerin ortaya çıkmasının nedeni bu.
Ayrıca inekler onlara verilen antibiyotik, büyüme faktörleri vb. ilaçlarla taşıyamayacakları kadar sütü üretmekteler ve bu ilaçlar süt kanalıyla insanlara geçmektedir. Bizler de bunu sağlığımız için içiyoruz.
Kitlesel üretimler besinleri nasıl etkiliyor?
1906 yılında Fritz Haber’in,azot gübresini icat etmesinden sonra üretilen tahıl miktarı, geleneksel yöntemle üretilenin 3 katına çıkıyor. Tahıldaki makro besinler azot ve karbon miktarıartarken çinko, magnezyum, bakır, selenyum, mangan, molibden gibi vücudumuz için çok gerekli eser elementlerin oranı sabit kaldı. Yani 1 porsiyondaki besleyicilik üçte bir oranında azaldı. Endüstriyel tarım yöntemleri ile ürettiğimiz gıdaların besleyiciliği daha az.
Azot gübresi kullanınca, azot seven yabani bitkiler ve böcekler bitkilere hücum etmeye başladı. Böylece hayatımıza zirai ilaçlar, pestisitler girmeye başladı. Siz zirai ilaç attığınızda bu böcekleri avlayacak avcıları da öldürüyorsunuz vebir sonraki seneye bu böceklerin sayısı daha da artıyor ve daha çok zirai ilaç atmak zorunda kalıyorsunuz. Bir süre sonra o kadar çok ilaç atıldı ki ürün zarar görmeye başladı. Bu sefer bitkinin genine direnç geni eklenmeye başlandı. Yani GDO.
GDO kullanımı Türkiye’de serbest mi?
Türkiye’de genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) üretimi ve gıdada kullanımı yasak. Ancak yem amaçlı ithalatı serbest.GDO’lu yem yiyen hayvanlardan elde edilen ürünleri yiyoruz.GDO’lu gıdaların güvenilirliği ile yapılan hayvan deneylerinin çoğu kısa süreli deneyler. Mesela bir çalışmada GDO’lu mısırlar ile 1 ay beslenen farelerde sorun görülmezken,aynı gıda ile 3 ay beslendiğinde, tümoral oluşumlar gibi pek çok yan etki ortaya çıktığı görülmektedir.
Peki yediğimiz tavuklar sağlıklı mı?
Günümüzde yediğimiz tavuklar çiftliklerde değil, fabrika gibi üretim bantlarında üretiliyor. 1950’de bir civciv 70 günde yetişirken, şimdi 48 günde kesilebilir hale geliyor. Düşünün 2 yaşındaki çocuğun 70 kilo olması gibi. Güneş görmeden, hareket etmeden mutsuz bir şekilde ömrü geçiyor.
Sebzeler ve meyvelerin üretiminde durum nasıl?
Eskiden doğal ve eciş bücüş olan sebze ve meyveler, şimdi modern üretim yöntemleri sayesinde her biri üç boyutlu yazıcıdan çıkmış gibi muntazam görünümde. Suçlu kim, onu o şekilde üreten mi?
Amerika’da yapılan bir çalışmada fiyatları %25 pahalı olsa bile insanlar iyi görünen yiyeceği tercih ediyor çünkü daha iyisini, güzelini almak genetik kodlarımızda var. Yani biz satın aldığımız sürece, o şekilde üretmeye devam edecekler.
Aldığımız kimyasallar sağlığımızı nasıl etkiliyor?
İkinci Dünya Savaşından beri yaklaşık 85.000 yeni kimyasal maddeüretildi. Her yıl yaklaşık 1.500 tane ilave oluyor. Bunların binlercesini evimize, kozmetik ürünleri, antibiyotikler, hijyen, temizlik, bakım vb. amaçlarla giriyor. Vücudumuzda binlercesi bulunuyor.
Son 30-35 yıldır kronik hastalıklar giderek arttı. Diyabet, kalp damar hastalıkları, otizim, nörodejeneratif hastalıklar vb. 2030 yılında kronik hastalığı olan insan sayısının %50’lere çıkması bekleniyor.
Türkiye’de 2017 yılında doktora müracaat sayısı 700 milyonun üzerinde. 80 milyonluk bir ülkede herkes yılda ortalama 9 kere doktora gitmiş olsa, ki 10-50 yaş arası çok fazla doktora gidilmediğini düşünürseniz, kalan yaş grubu günlerini hastanelerde geçiriyor.
2011 yılında yapılan Davos Dünya Ekonomik Forumu Raporuna göre, 2030 yılında kronik hastalıklar için harcanması gereken tutar 47 trilyon dolar olarak hesaplandı. Bunu hiçbir ülke karşılayamaz.Eğer şimdiden bunun için bir şeyler yapmazsak, Sosyal Güvenlik Kurumlarının çökmesi anlamına geliyor.
Çok beğendim yazıyı hocamızın emeğine sağlık keşke herkes okuyabilse ve biraz daha dikkatli bir tüketici olmayı öğrensek